Ana içeriğe atla

BİLİYORSUN, SEVİYORUM SENİ

                                                   
        BİLİYORSUN, SEVİYORUM SENİ

      Kollarım ağırlaşıyor. Ellerim yanaklarından düşüyor. Dudaklarımı ısırıyorum. Avuç içlerimi tekrar ve ısrarla sakallı yüzüne bastıra bastıra diyorum ki;
-Ben senin dünyanda uçsuz bucaksız bir toprağım!
Bakmıyorsun gözlerime. Işte o zaman korkuyorum. Baksan ya gözlerime! korkuyorum…

        Kulağıma tatlı tatlı fısıldıyor annem;
-Daldın yine televizyona. Geç kalırsak baban bizi bırakıp yalnız gidecek lunaparka.
Babam gazetesini indirip annemi onaylayan bir bakış atıyor bana. Fırlıyorum odama. Babamın hayıflanan sesini duyuyorum geriden;
-Seneye nasıl bire başlayacak bu kız? kendini de unutur okulda!
Anlamıyor, işime bakıyorum. Hangisini giysem acaba? Birini fazla giysem öbürleri küser bana. Diğerlerinin gönlünü edip açık mavi eteğimi seçiyorum. üzerine kat kat, fırfırlı, kocaman yakalı, beyaz bir gömlek giyiyorum. Sevinçle aynanın karşısında dönüyorum, dönüyorum, dönüyorum!

          Maçtan çıkmıştın o gün. Fakülte durağının önünde, seni ilk kez gördüğüm gün ki ile aynı siyah beyaz forma vardı üzerinde. Terlemiştin çok. Hatta sırılsıklamdın. Yurda doğru yürürken elimi tutmuştun. Bir de öpüvermiştin beni. Bastığımız kurumuş yaprakların ve bizi sarmalayan rüzgarın sesi vardı etrafımızda sadece. Titreyen, soğuk ellerimle alnından terli, donuk saçlarını çekmiştim. Üşütmeyesin demek istedim, diyemedim.
-Korkuyorsun. dedin. Korkuyorum diyemedim.

            Ağzımda elmalı şeker tadı var. Tam önümde devasa dönme dolap… Kafamı kaldırıp bakınca başım dönüyor. Güç verircesine elimi sıkıyor babam. Onun kocaman avucunda kayboluyor elim. Hava o kadar güzel ki! Gökyüzü bir kaç pamuk dışında masmavi! Barış Manço’nun bir parçası çalıyor; rengarenk balonlu, rüzgar güllü çocuklar koşturuyor etrafta. Gülücükler çoğalıyor. Tanıdığım, tanımadığım herkes var burada biliyorum. Yavaş yavaş her şey bulanıklaşmaya başlıyor. Sesler gittikçe azalıyor, insanların sadece silüetleri görülüyor. Babam gülümseyerek bakıyor bana. Gözleri dolu dolu. Arkamı dönünce gördüğüm şey karşısında afallıyorum. Anlamakta güçlük çekiyorum. Bedenim kaskatı kesiliyor. Kıpırdayamıyorum. O, ben!! 20li yaşlardaki ben, ölü balık gözleriyle bana bakıyor! Nefes almak zorlaşıyor. Babamın elini omzumda hissediyorum. Babama sokulmak, babama sığınmak istiyorum. Ama babam değişmiş sanki. Daha beyaz, daha lekeli, daha yorgun şimdi. Zoraki bir iki adım atarak uzaklaşıyorum. Gözlerim sımsıkı kapalı, başımı ellerimin arasına alıp, lunaparktaki balerin gibi öyle bir hızla dönüyorum ki…! ben hızlandıkça mavi eteğim çarşaf gibi açılıyor, çoğalıyor, şiddetli bir rüzgarla, bir kasırgayla önüne geleni paramparça ederek etrafa dağıtıyor. Ne gözlerimi açabiliyor, ne de durabiliyorum…

           Sırf seni bekliyorum diye babam benimle konuşmuyor artık. Kararımı verdim. Uzun bir yolculuğa çıkıyorum! Bu kez Wendy, Peter Pan’ı bulup kurtaracak! Birlikte Var Olmayan Ülke’ye gidecekler. İçimdeki senle, sana doğru yelken açıyorum şimdi. Yüzünü ufukta hayal ediyorum. Yüzüne yeniden dokunacağım anı hayal ediyorum. Mis gibi deniz havasını içime çekiyorum. Fakat biraz midem bulanıyor. Bir bebek ağlaması duyuyorum uzaktan. Susuyorum. Dudaklarım çatlamış! Soluk aldığım tüm kanallar kupkuru! Arkamı dönüp bakınca evimden çok uzakta olduğumu fark ediyorum. Nasıl bu kadar çabuk uzaklaşabildim anlamıyorum!

          Kokun geliyor burnuma. Bu kokuyla ölebilirim derdim eskiden. Hala aynı fikirdeyim. Sesler kulaklarımda bağırıyor, uğulduyor, ve sonra fısıltıya dönüşüyor…



  

Yorumlar

  1. 😲 Vayy bee okurken herşey gözlerimde canlandı resmen vallahi yaa...

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

İLK ÖYKÜ

                                                                                       BİR BARDAK SU                 Aynanın karşısına geçip göğüslerime dokundum. Minicik! Dün Hülya sınıfta göğüs dedim diye güldü bana. Geri zekalı! Meme demeliymişim. Ne kadar ayıp. Ablamın göğüsleri kocaman, utanmıyor hiç. Sütyeni de belli. Babam ''Beyaz giymeyeceksin Beyza kulaklarını kopartırım'' dedi. Bence okulda süveterini çıkarıyor. Ben liseye başlayınca aynısını yapmam asla. Ne gerek var ki?            Nenemin odasını geçip salona girdim. Annem dudaklarını sımsıkı kapatmış, birinin bebeğine yelek örüyor yine. Ablam sobanın en sevdiğim köşesine ge...

MALİK

   Nefessiz kalmış kuru otlar kırılgan gövdelerini kıpırdatmaktan acizdiler. Bir arı kuşu havalansa göğün dingin maviliğine; ya da bir tarla faresi geçtiği çalılığı hışırdatsa. Tiz sessizlik. Boşluk. Arada kulağımı yoklayıp giden, amaçsız bir sineğin vızıltısı.   Çamur kırmızısı toprakta birkaç küçük karıncanın sağa sola koşturup durmalarını izliyordum. Hayali bir labirentte, delirmiş gibi çıkışı arayan halleri bir an çok perişan göründü gözüme. Oysa hemen şuracıkta, iki karış ötelerinde dalından düşmüş olgun bir dut tanesi vardı. Dayanamadım, sapından tutup önlerine bıraktım. Ancak fark edip başına üşüştüler.   O sırada hafif bir esinti terli yüzüme değip geçti. İyiliğimin küçük bir mükafatı mıydı bu?      Uzaktan gelen bir traktör homurtusuyla başımı yukarı doğru kaldırdım. Malik’ti. Alelacele başımdaki sarı, boncuklu örtüyü arkaya ittim. Kurumuş dudaklarımı dilimle iyice nemlendirdim.   Girmedi tarlaya uzaktan ‘’Yıldız’’ diye bağırdı...
  Zamanın birinde, saman sarısına kaçmış takvim yaprağının herhangi bir gününde... Ellerim, kollarım bacaklarım yokmuş da bir tek atamayan kalbim varmış... Hemen koşa koşa aynaya... Senden önce ben nasıl mışim ki? Seninleyken? Senden sonra nasıl olacağım? Bilmek istemiyorum. Öyle hoş öyle hoşsun ki, kıtaları aşıp gelmişsin. Denizler, denizler kokuyorsun..