Ana içeriğe atla

MERDİVENLER


             Etraf uğur böceği, kara sinek, biraz kelebek. Kuş cıvıltıları, güvercinlerin kanat çırpışları. Güneşi görünce aklına camları parlatmak düşen, çiçek şalvarlı kadınların pervaza döktüğü bir sürahi suyun şıpırtısı. Evden kovulan sorunlu, asi oğlanların vurmaktan canını çıkardıkları topun pat patları. Faul düdüğü yerine geçen ıslıklar, tükürükler, küfürler; ana avrat düz gitmeler.  Kocadan gizli içilen sigara kalını seslerle, bağırmaktan tizleşen seslerin birbirine karıştığı beddualar; Allah belanı versinler, yok olasınlar, saçından tutar seni yere çalarımlar...
          Anladım ki bahar gelmiş. Kazağımın açıkta bıraktığı gerdanım; nenemin ‘’kız kısmının kulağı küçük olur’’ diyerek sevdiği narin kulaklarım üşümüş. Kapadım pencereyi.
          Son kömür torbasından bir kürekçik atılan soba, içerinin beton soğuğunu,  kurutmalığa asılı yeşil, mavi donların nemini,  tavandaki küfü, kasveti, ağzımızdaki yavan tadı, güne başlama isteksizliğini cılız ısısıyla dağıtmak istiyordu.
          Annem kıyamadı Hüseyin’e. Yine gitti kendisi aldı ekmeği. Hızlı hızlı taşıdım yün yorganları. Ben de kıyamadım O’na annem gibi.  ‘’ Döşeğini dür de yerine koy ablam’’ diyemedim.
       Sofrada annemin zor tatlandırdığı yeşil zeytin, bakkaldan ekmek poşetinin içinde gelen, üstüne gazetenin karası çıkmış bir avuç beyaz peynir, suyu çekilmiş ayva reçeli... Sessizdik. Pazar sabahı değildi.  Babamın televizyonda açtığı kovboy filmleriyle Hüseyin’in ağzı bir karış açık kalmamış, babam bize göz kırparak Hüseyin’in yarım bardak çayını hüpletmemiş; önüne dönen Hüseyin hiç şaşırmamıştı.
              Gamze'lerin kahvaltı sofrasında yalancı ama sıcacık su böreği, sucuklu yumurta, kaşar peyniri... Kulağına eğilip Gamze’nin, ‘’kız bu peynir küflenmiş’’ dediğimde ne gülmüşlerdi. Sofranın başında gözlerimizden yaş gelmişti. İnsan kendini hiç yabancı hissetmiyor o evde. Hiç alınmıyor. Elimi bulaşıklı leğene soktum da ille de yıkatmam dedi Arzu Teyze ‘’siz ders çalışın.’’ Koyu kırmızı tırnaklarına nane yeşili,  pudralı lastik bir eldiven geçirdi. Radyodan oynak bir müzik açtı. Kırıta kırıta yıkadı bulaşıkları. Gamze güldü ‘’Bu ay başı babam ona bulaşık makinesi alacak ya, ondan bu keyif’’ Yine de kıyamadım. Tuvalette lavabonun altındaki süngerle ovdum oraları da kimsecikler görmedi. Ye, iç, yat olmaz öyle! Bir bıraksa beni... Gerçi her yer ayna gibi. ''Anneni de getir bir gün, tanışalım'' demesin mi! ''Ablamın çocuğu oldu ya çok yoğun!'' deyiverdim birden. Üstelemedi. Ne ısrar ne bir şey... Benimki olsa Allah’ın adını vermeden bırakmaz. 
        Ellerini kurulayıp buzdolabına seğirtti. Akşama tas kebabı yapacakmış.  Vişneleri, dilimlenmiş limonları, özenle dizili kağıt bardaktaki tavuk suyu, et sularını bir kenara iterek kolum kadar et çıkardı, demir leğendeki suya bastı. ‘’Akşama kadar çözülsün.’’ Tas kebabıymış… 
             ‘’Aliye, kızım! Tut şunları damda silkele de gel.’’ Islak, soğuk elleriyle kucağıma bıraktığı allı morlu naylonumsu bir kilim, nenemin ördüğü baklava dilimli paspas, kadife divan örtüsü. Dirseğimle açtım kapıyı. Merdivenler kapkara. Topuk kısımları basılmış eski ayakkabılar, orası burası onarılmış terlikler, az ötede soğan torbası, berisinde suyu akmış çöp poşeti. Yumurta kabukları, çay artıkları. İki basamak ötede bir mavi piknik tüpüyle ona yaslanmış siyah baston şemsiye.
                  Gamze’lerin apartmanlarının dışı mavi, içi beyaz.  Bir ıslak çimento kokusu mermer merdivenlerde, sanırsın daha yeni silinmiş. Yazın kızarmış biber patlıcan kokusu, kışın karnabahar, kereviz yahut et. Parfüm kokulu asansörden inen süslü kadınlarla, takım elbiseli adamlar. Daire kapılarında çiçekli çelenkler, hoşgeldinizli paspaslar. Kapı önlerinde tokalaşmalar, çıtkırıldım merhabalaşmalar, görüşmek üzereler, baylar.
                     Damdan aşağı silkelediğim kilimin içinden düşen düşlerim, toz toz dağıldı nisan ortası, güneşli sokağa. Döke döke bitiremedim içimin kurdunu bitini. Koyuversem şuradan kendimi aşağı; elimden kaçan paspas gibi...  Süzüle süzüle insem yere. Hafifçe, acısız. Rüyalarımdaki gibi kaçsam gri briketsi evlerden.  Saklansam dışı mavi, içi beyaz bir yere. Arayıp ta bulamasalar. Kimseler görmeden yaşasam, yaşasam...
            
                  
            
             

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

İLK ÖYKÜ

                                                                                       BİR BARDAK SU                 Aynanın karşısına geçip göğüslerime dokundum. Minicik! Dün Hülya sınıfta göğüs dedim diye güldü bana. Geri zekalı! Meme demeliymişim. Ne kadar ayıp. Ablamın göğüsleri kocaman, utanmıyor hiç. Sütyeni de belli. Babam ''Beyaz giymeyeceksin Beyza kulaklarını kopartırım'' dedi. Bence okulda süveterini çıkarıyor. Ben liseye başlayınca aynısını yapmam asla. Ne gerek var ki?            Nenemin odasını geçip salona girdim. Annem dudaklarını sımsıkı kapatmış, birinin bebeğine yelek örüyor yine. Ablam sobanın en sevdiğim köşesine ge...

MALİK

   Nefessiz kalmış kuru otlar kırılgan gövdelerini kıpırdatmaktan acizdiler. Bir arı kuşu havalansa göğün dingin maviliğine; ya da bir tarla faresi geçtiği çalılığı hışırdatsa. Tiz sessizlik. Boşluk. Arada kulağımı yoklayıp giden, amaçsız bir sineğin vızıltısı.   Çamur kırmızısı toprakta birkaç küçük karıncanın sağa sola koşturup durmalarını izliyordum. Hayali bir labirentte, delirmiş gibi çıkışı arayan halleri bir an çok perişan göründü gözüme. Oysa hemen şuracıkta, iki karış ötelerinde dalından düşmüş olgun bir dut tanesi vardı. Dayanamadım, sapından tutup önlerine bıraktım. Ancak fark edip başına üşüştüler.   O sırada hafif bir esinti terli yüzüme değip geçti. İyiliğimin küçük bir mükafatı mıydı bu?      Uzaktan gelen bir traktör homurtusuyla başımı yukarı doğru kaldırdım. Malik’ti. Alelacele başımdaki sarı, boncuklu örtüyü arkaya ittim. Kurumuş dudaklarımı dilimle iyice nemlendirdim.   Girmedi tarlaya uzaktan ‘’Yıldız’’ diye bağırdı...
  Zamanın birinde, saman sarısına kaçmış takvim yaprağının herhangi bir gününde... Ellerim, kollarım bacaklarım yokmuş da bir tek atamayan kalbim varmış... Hemen koşa koşa aynaya... Senden önce ben nasıl mışim ki? Seninleyken? Senden sonra nasıl olacağım? Bilmek istemiyorum. Öyle hoş öyle hoşsun ki, kıtaları aşıp gelmişsin. Denizler, denizler kokuyorsun..