Ana içeriğe atla

ARAFTA


                                               

Adını Hilmi koymayalım dedim, dinletemedim. Tutturdu rahmetli babamın adı diye.
-E Hilmi Can olsun bari?
-Cık.
Kucağımda kırmızı bir oğlan. Adı Hilmi, soyadı Çan.
-Hilmi Can Çan?
-Cık.
       Kayınvalideciğim odanın en sevdiğim yerinde -krem berjerimde- kütük gibi şiş ayaklarını iki yana ayırmış ikincinin nasibine yün patikler örüyordur şimdi. Ah Fatma Anne… başka doğurmayacağım deyince kanlını görmüş gibi olurdun. Bak işte görüyorsun halimi. Çıkmayacak benden o çocuk, çı-ka-ma-ya-cak. Büyütmesi kolaydı sanki değil mi anacım? Sen köylük yerde peşi sıra – birini emzirirken üstüne yatmak suretiyle öldürerekten- beş çocuk getirmişsin de; saldım çayıra mevlam kayıra diyerek… Ben şehrin göbeğinde biri şahsına ayrılmış, iki artı bir, doksan metrekare, cadde üstü bir apartman dairesinde; aman çocuğum ağlamasın, aman kocam bağırmasın, ses olmasın da konu komşu ekşi suratıyla şikayete gelmesin diye dertlenirken; üstüne günde dokuz saat çalışıp öğle aralarında mememde manuel süt pompası, klozetin üstünde çocuğumun nasibini sağarken…        
         Haftasonları kızının evine dedikoduya koştuğunda bile kafamın bir köşesinde çalmaya devam eden arsız bir teyptin sen. Artık yoksun. Seni susturma cesaretini gösteremediğim için kendimden özür dilemeli miyim?
      Nikah defterimizde fotoğrafı olan herif gelmedi. Gelip te tutmadı elimi. Bundan takribi üç sene evvel karlı bir kış günü annesini hastaneye götürme bahanesiyle eniştesinden aldığı gri doblonun içindeydik. İlk kez o zaman tutmuştu elimi. Çekecek gibi oldum da bırakmadı haydut. Açtı avucumu öptü, öptü…
       Hadsizce ruhuma dokunmuştu o gün. Bense ateşin önünde unutulmuş mum gibi eğilmiştim. Allem etti kallem etti, üç ayın içinde bastı nikahı.
-Yaz düğünü olsun, ne olur…?
-Cık.
Dediğim dedik dermiş de anlamazmışım.   
       Zamanla ellerimiz uzaklaşır oldu birbirinden. Sevince öptüğü ellerimi sinirlenince sıkar oldu. Üzerimdeki Axe parfümü silikleşti, yok oldu. Saçları dağınıklaştı. Dudaklarıma emanet bıraktığı tütün tadı acılaştı. Geceler uzadı ve çekilmez oldu. Annesi iki de bir uyandı. Koridorda gezindi. Işıkları açtı kapadı, açtı kapadı… Oğlan acıktı, ağladı. Ben açtım sımsıkı kapattığım gözlerimi, kalktım.
        Sabahleyin annesinin incecik, mor dudaklarından çıkan pıtrak gibi sözleri geldi yapıştı öteden.
-Erkeğe yok denmeez, haayııır, aslaa.
Bu gidiş erkeğime koca bir ‘’haayııır, aslaaa’’ olsun o zaman!
    Hatıralar güvenilmezdir. Geriye gittikçe zihin istediği yöne bükebilir onu.  Yine de hatıralarıma sığınmaktan başka ne yapabilirim şu karanlıkta? Hatırladıkça kalbimin hala attığına ikna oluyor bedenim.
      Üç gündür eve gelmiyordu sevgili kocacığım. Üstelik annemiz de yoktu ortalarda. Odası otuz yıldır açılmamış cevizden sandık kokusu. Sehpada soyup bıraktığı büzük büzük sarı elma kabukları. Kanepesinin üstüne koyduğu boncuk oyalı beyaz tülbenti kayıp. Usulca kapadım kapısını. Anahtarını çiviye astım. Kalktım oğlanı emzirdim. Emzirdikçe azaldım. Azaldıkça ağladım. Anlamamış gibi baktı yüzüme yavrum. Durdu durdu emdi. Durdu durdu baktı. Zoraki gülümsedim. Alnına yarım bir öpücük kondurdum. Telefona uzanıp kayıp kocadan gelen ‘’çık bu kafadan’’ yazısına uzun uzun baktım. Dün ki mesajda  gel diyordu abim ‘’mutsuzsan çık gel…’’ zamanında sözünü dinlememiştim abiciğim, affet. Ama karnım burnumda kapına geldiğimde de sen beni dinlememiştin; dipnot!  
      ‘’Yirmi iki on beşe bir kişilik bilet buldum. Yanı boş. Rahatız. Sekiz gibi oradayız’’ yazdım gönderdim. En son tabelada Antalya yüz elli km. yazıyordu. Vardık mı abiciğim? Oğlum oğlunun odasında uyuyordur değil mi? Çantada herşeyimiz var. Yengem bakıversin. Becerikli kadındır, bilirim.
         Kaç gündür yatıyorum ben burada? Üç gün mü, beş mi? Saat kaç? Oğlumun ilk yaş günü geçti mi? Hemşire hanım koluma ne zaman dokundu? Doktorcuğum en son ne zaman odama geldi? Ne zaman geldi de ayak ucumda dikilip kağıtları karıştırdı? Alelacele o kağıtlara ne yazdı, ne çizdi?
         Monitörden gelen inatçı ses bu kez daha hızlı, hayret! ‘’bip, bip, bip, bip…’’ ayak sesleri çoğalıyor. Bir telaş, bir koşturmaca. Ne oluyoruz yahu?
        Cemil Meriç şöyle diyor;
        Çok zaman kaybettim.
        Çok zaman ve biraz da ümit
         Yaşamak bu galiba…

      Siz sanıyorsunuz ki giderken öyle çok acılar çekiyor, öyle elemler yaşıyoruz. Yok be, daha neler! Bir şey diyeyim mi; hiç acımayın bana.  Bilseniz böyle olduğunu hiç korkmazsınız ölümden. Teslim edersiniz ruhunuzu, kaygısız. Lavoisier gibi kafam giyotinden sepete düşünce göz de kırpamıyorum! Nasıl anlatayım işte; öyle güzel bir uyuşukluk ki bu. Pamuk gibi, hiç acısız. Salıncakta sallanır gibi. Doğumdan sonraki uyku gibi. Can çekilmesi öyle ayaktan falan da başlamıyor hani. Sanki tüm be-





Notlar: Sayfadaki görsel Mine Söğüt'ün Deli Kadın Hikayeleri adlı öykü kitabına ait.
     Yukarıdaki öyküde 4 ayrı esin/taklit var. Kadın hikayeleri ile beni yaralayıp büyüten, büyüleyen Ayfer Tunç, Baştankara öyküsünde duyguyu okuyucusuna harika bir şekilde veren İnci Aral, şu an okumakta olduğum Montaigne'in Denemelerindeki ölüme yaklaşma yorumu ve Kafka Okurdaki Şehnaz Erkan'in Ölmeden Önce öyküsü. Şehnaz hanım nokta ile bitirmemişti öyküsünün sonunu. Çevirdim sayfayı nasıl yani dedim, buraya kadar mı?  Tebrik etmiştim kendisini.Vurucu bir sondu. Aynı vuruculuğu yakalamak istedim.
 
                   

Yorumlar

  1. Her zamanki gibi çok güzel. Günlük gibi. Anı defteri gibi. Artık romana başla Rabiacım.

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

İLK ÖYKÜ

                                                                                       BİR BARDAK SU                 Aynanın karşısına geçip göğüslerime dokundum. Minicik! Dün Hülya sınıfta göğüs dedim diye güldü bana. Geri zekalı! Meme demeliymişim. Ne kadar ayıp. Ablamın göğüsleri kocaman, utanmıyor hiç. Sütyeni de belli. Babam ''Beyaz giymeyeceksin Beyza kulaklarını kopartırım'' dedi. Bence okulda süveterini çıkarıyor. Ben liseye başlayınca aynısını yapmam asla. Ne gerek var ki?            Nenemin odasını geçip salona girdim. Annem dudaklarını sımsıkı kapatmış, birinin bebeğine yelek örüyor yine. Ablam sobanın en sevdiğim köşesine ge...

MALİK

   Nefessiz kalmış kuru otlar kırılgan gövdelerini kıpırdatmaktan acizdiler. Bir arı kuşu havalansa göğün dingin maviliğine; ya da bir tarla faresi geçtiği çalılığı hışırdatsa. Tiz sessizlik. Boşluk. Arada kulağımı yoklayıp giden, amaçsız bir sineğin vızıltısı.   Çamur kırmızısı toprakta birkaç küçük karıncanın sağa sola koşturup durmalarını izliyordum. Hayali bir labirentte, delirmiş gibi çıkışı arayan halleri bir an çok perişan göründü gözüme. Oysa hemen şuracıkta, iki karış ötelerinde dalından düşmüş olgun bir dut tanesi vardı. Dayanamadım, sapından tutup önlerine bıraktım. Ancak fark edip başına üşüştüler.   O sırada hafif bir esinti terli yüzüme değip geçti. İyiliğimin küçük bir mükafatı mıydı bu?      Uzaktan gelen bir traktör homurtusuyla başımı yukarı doğru kaldırdım. Malik’ti. Alelacele başımdaki sarı, boncuklu örtüyü arkaya ittim. Kurumuş dudaklarımı dilimle iyice nemlendirdim.   Girmedi tarlaya uzaktan ‘’Yıldız’’ diye bağırdı...
  Zamanın birinde, saman sarısına kaçmış takvim yaprağının herhangi bir gününde... Ellerim, kollarım bacaklarım yokmuş da bir tek atamayan kalbim varmış... Hemen koşa koşa aynaya... Senden önce ben nasıl mışim ki? Seninleyken? Senden sonra nasıl olacağım? Bilmek istemiyorum. Öyle hoş öyle hoşsun ki, kıtaları aşıp gelmişsin. Denizler, denizler kokuyorsun..