Ana içeriğe atla

EVİME

 

      Köşe başındaydı evim. Bakkaldan taraftaki pencereden bakmayı severdim. O sokak daha canlı, izlenmeye değer görünürdü gözüme. Bordo divanın üstünden bacaklarım sarkar, terliklerim ayaklarımdan kayardı. İşte, pervazında baharlar açan balkon! Bir sarmaşık boy vermiş duvara doğru.

      Annemin elleri hep sedef kokardı. Peki ya babamın…?

      Bir yığın ruh hali içimi delip geçti. Türlü senaryolar kurdum kafamda.

       Evime gelmişim, eski evime. Annem sevinçten ne yapacağını bilemiyor, bir ev haklına sesleniyor, bir mutfağa koşuyor. Demlik elinden kayıp mermer zeminde çınlıyor. Herkes sevinçle odalarında çıkıp etrafımı sarıyor. Babam bana yanında yer açmış. Yüzünde tecrübenin dalgın sükûtu. Gözlerini birden yüzüme çeviriyor; bebeğinde ben olan, kahverengi gözlerini… ‘’Ne yapmış olursan ol, sen bu evin bir ferdisin.’’ ‘’Geçti artık sağlık olsun’’ diyor. Kendimi ılık bir suyun sakinliğine bırakıyorum o zaman. Derin bir nefes alıp içime çektiğim tüm acıları üflüyorum.

      Sonra karnıma bir korku saplanıyor. Bu kez kapıyı açan benim küçük erkek kardeşim. Gece kabuslar gördüğünde yanıma gelip, gecenin bir vakti hayaletlerin onu nasıl yakaladıklarını, canavarların nasıl kovaladığını anlatmaya başlayan, ön dişleri birbirinin üstüne bindiğinden tavşanım dediğim çelimsiz çocuk.  Babamınkinin renginde sesiyle arkasını dönüp ‘’Anneee’’ diye bağırıyor; ‘’Biri geldi.’’

       Diğerinde kapıyı usulca yüzüme kapatıyorlar. Dağılmıyorum hemen. Oyalanıyorum kapı önünde. Karşı evin briketten gri duvarına yaslanıp, kısık sesle söyledikleri o bir iki kelimeyi hatırıma getirmeye çalışıyorum. Bir zamanlar arsa olan parkın, yağmur suyunu emmiş nemli bankında, acemice sardığım tütünü, yavaş yavaş ciğerlerime çekiyorum. Penceredeki tülün oynamasını umarak başımı yukarı kaldırıyorum. Fakat başka pencerelerden başka başlar çıkıyor. Elleriyle baş örtüsünün ucunu ağızlarının önüne tutarak, def edilişimi izliyor, bir zamanlar yemek götürdüğüm komşular.

       Annemin beni çarşıda kaybedişi geliyor aklıma. ‘’Sen şurada bekle, kuyumcuya bir şey sorup çıkacağım.’’ Her zaman dalgın, hayalden hayale koşan ben, duymamışım onu. Annem yok. Önümde akıp duran devasa insan seli… Kızıl bir korku büyüyor içimde çabucak. Bir kenarda büzülmüş ağlarken bir adam kalabalığın arasından çıkageliyor. ‘’Neden ağlıyorsun kızım?’’ Hıçkırmaktan sesim çıkmıyor. Yaşımın en büyük felaketi bu. Sonra annemin sesini duyuyorum. ‘’Amaaann kız sen nereye kayboldun öyle?’’ Tekler gibi gülüyor annem. Dudaklarının aralığından kırık dişi görünüyor. Endişesi gülüşünün içinde saklı. Başımı annemin bacaklarının arasına bastırıyorum. Adamın alnı kırışık, giderken; ‘’Sahip ol çocuğuna bacı, zaman kötü!’’

     Beş yaşımdaki gibi annemin yetişip ellerimden sımsıkı tutmasını istiyorum şimdi. Yanındayım, kaybolmadın demesini.

     İçine girdiğim tüm bu gereksiz tasavvurların son bulma vakti şimdi. Bir zamanlar kararlı adımlarla çıktığım bu sokağa, benzer kararlılıkla tekrar giriyorum. Sokak daha bir perişan halde. Kirin içinde yalınayak oynayan çocuklar peyda olmuş. On yaşlarında erkek bir çocuk bağırarak Arapça bir şeyler söylüyor kardeşlerine. Söz dinliyor, ellerindekileri bırakıp kalkıyorlar. Pencere demirindeki ipe, uzun, pazen elbiselerin serili olduğu karanlık eve doğru koşup kayboluyorlar. Kapının önüne vardığımda oyuncaklarını, iki meyve suyu ambalajı ile iki-üç zeytin çekirdeğini görünce canlı bir şeyler daha ölüyor içimde.

Zile bastım. Bir kuş sesi içeride yankılandı. Kapıyı kız kardeşim açtı. Onu böyle güzelleşmiş bulacağımı hiç tahmin edemezdim. Gözü her zaman benim üzerimde, açığımı arayan, ispiyonlayan, şişman, bakımsız kız mıydı bu?Saçlarının uçları platin sarısı. Biçimli kaşlarının ortası açık.  Duraksadı önce. Gözleri büyüdü. Aceleyle içeri koştu.

    ‘’Gel, gel’’ dedi annem öteden. Sarıldı sonra. Kısa bir kucaklaşmaydı. Bir ritüeli yerine getirir gibi. Cansız, solgun ve yabancı.

    Kız kardeşim kıpkırmızı, dumanı tüten bir bardak çay tutuşturdu elime. O anda hiç konuşmadığımızı, birbirimize hiç dokunmadığımızı fark ettim. Annem kulağına eğildi bir şeyler fısıldadı. Kız kardeşim gitti. Biraz sonra yanında iri yarı bir oğlan çocuğuyla içeri girdi. Gözleri kızarmıştı oğlanın, bembeyaz yüzü de. Ayağa kalkmama izin vermeden bana doğru koştu kardeşim. Boynumda çoğaldı boğuk, çatallı sesi. Elime dökülen çay canımı hiç acıtmadı.

Vitrinin yeri değişmiş. Orta katına Duralex fincanların önüne sıra sıra mutlu nişan fotoğrafları dizilmiş. Kız kardeşim çatalın ucuyla yakışıklı adama pasta uzatıyor. Üstünde omzu açık, tırnakları ile aynı renk kırmızı bir abiye var. Babam kısa koldan başkasına izin vermezdi oysa. Diğer fotoğrafta birbirlerine ışıldayan gözlerle bakıyor, yüzüklerini gösteriyorlar.  Kenarda babam. Son anda fotoğrafın içine giren bir yabancı gibi, alakasız. Kız kardeşime bakıyor. Babamın yüzünde şükreder gibi bir rahatlık, bir gevşeme hali.

     Annem boğazını temizledi. ‘’Mutlu musun gittiğin yerde?’’ Dik bakan gözleri üzerime sabitli. Kaçtığın ailede barınabildin mi, seni kabul ettiler mi, içlerine aldılar mı, yoksa hor görüp dışladılar, eziyet ettiler mi demek istiyordu. Ya da hiçbir şey demek istemiyor, sadece soruyordu. Dudağımın ucunu ısırdım. Annem birden ağlamaya başladı. Boğazından çıkan derin hıçkırıklarla sarsılıyordu. Kız kardeşim iki eliyle annemin omuzlarını tuttu. Erkek kardeşim peçete getirdi. Annem burnunu, gözlerini sildi. ‘’Ne olacak şimdi…?’’ dedi. Sesi yorgundu. Boynumu büktüm…

      Babamı sormaya çekiniyordum. Ağzımı açınca bir anda karar değiştiriyor, ağrıyan boğazımı yakıp geçen çaydan küçük bir yudum alıyordum. Annem bir iki kez daha burnunu çektikten sonra; Baban namaza gitti, birazdan gelir‘’ dedi.

    O zaman fark ettim dantel serili fiskos masasını; üstünde babamın özenle katlanmış seccadesi, dantel takkesi... O sandık lekeli sarımtırak takkeyi, bebeklerime beşik yapmak için kaçırırdım. Arar arar bulamazdı. Söylenirdi anneme. Vitrinin dolaplarını çarpar, çekmecelerini hızla açar çekerdi. ‘’Bir kere de takkesiz kılıver, şart mı?’’ diyen olmazdı. Annem usulca önümden çeker, bulmuş gibi yapar, verirdi. ‘’Allahu Ekber’’ deyip ellerini kulaklarının arkasına götürdüğünde, bir dakika önceki babam değildi artık. Daha huzurlu, daha sakin, daha sessiz. Belki de bu yüzden çok severdim onu namazdayken izlemeyi.

     Zil çaldı. Yüreğim koptu. Fırladım yerimden, kapıyı yerinden fırlatıp atacakmış gibi açtım. Topuğuna bastığı deri ayakkabılarından tekini çıkarmak üzereyken göz göze geldik babamla. Dudağımın ucunu tekrar ısırdım…



Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

İLK ÖYKÜ

                                                                                       BİR BARDAK SU                 Aynanın karşısına geçip göğüslerime dokundum. Minicik! Dün Hülya sınıfta göğüs dedim diye güldü bana. Geri zekalı! Meme demeliymişim. Ne kadar ayıp. Ablamın göğüsleri kocaman, utanmıyor hiç. Sütyeni de belli. Babam ''Beyaz giymeyeceksin Beyza kulaklarını kopartırım'' dedi. Bence okulda süveterini çıkarıyor. Ben liseye başlayınca aynısını yapmam asla. Ne gerek var ki?            Nenemin odasını geçip salona girdim. Annem dudaklarını sımsıkı kapatmış, birinin bebeğine yelek örüyor yine. Ablam sobanın en sevdiğim köşesine ge...

MALİK

   Nefessiz kalmış kuru otlar kırılgan gövdelerini kıpırdatmaktan acizdiler. Bir arı kuşu havalansa göğün dingin maviliğine; ya da bir tarla faresi geçtiği çalılığı hışırdatsa. Tiz sessizlik. Boşluk. Arada kulağımı yoklayıp giden, amaçsız bir sineğin vızıltısı.   Çamur kırmızısı toprakta birkaç küçük karıncanın sağa sola koşturup durmalarını izliyordum. Hayali bir labirentte, delirmiş gibi çıkışı arayan halleri bir an çok perişan göründü gözüme. Oysa hemen şuracıkta, iki karış ötelerinde dalından düşmüş olgun bir dut tanesi vardı. Dayanamadım, sapından tutup önlerine bıraktım. Ancak fark edip başına üşüştüler.   O sırada hafif bir esinti terli yüzüme değip geçti. İyiliğimin küçük bir mükafatı mıydı bu?      Uzaktan gelen bir traktör homurtusuyla başımı yukarı doğru kaldırdım. Malik’ti. Alelacele başımdaki sarı, boncuklu örtüyü arkaya ittim. Kurumuş dudaklarımı dilimle iyice nemlendirdim.   Girmedi tarlaya uzaktan ‘’Yıldız’’ diye bağırdı...
  Zamanın birinde, saman sarısına kaçmış takvim yaprağının herhangi bir gününde... Ellerim, kollarım bacaklarım yokmuş da bir tek atamayan kalbim varmış... Hemen koşa koşa aynaya... Senden önce ben nasıl mışim ki? Seninleyken? Senden sonra nasıl olacağım? Bilmek istemiyorum. Öyle hoş öyle hoşsun ki, kıtaları aşıp gelmişsin. Denizler, denizler kokuyorsun..