Dikiş kutusunun dibinde, makaraların, düğmelerin altında kalmış bir
mıknatıs gibiyim. Aman Allahım! Nereden peyda olup da geldi, nasıl iğne iğne
çekildiler üstüme bu duygular. Odamın koyu pembe perdesi çekik. Şu lekeli
yastık ne berbat durumda. Ya bu çürümüş koku? Azıcık kalksam, azıcık yürüsem
dökülür mü içimin kurdu? Ağzımda ikindi uykusu. Gözlerim yarı kapalı. Yine de
kalktım, beton soğuğu merdivenlerden döküle döküle indim. Sokağın sonundaki
hurdacının beyaz, boyası kavlamış sürgülü kapısının önüne kadar geldim. Kapının
ardında koca koca metal parçaları, demirler birbirinin üstene hoyratça
atılıyor. Kulaklarımı kapamak isteyeceğim türden bir gürültü bu. Aramızdaki,
sağı solu plastik kap kacak asılı, paslı kamyonet homurdanarak
çalıştı. Seleler sepetler sallandı. Kavlak kapının önü açıldı. Büyük
demirden levhalar, eski bisikletler, sandalyeler, bozuk ocak ızgaraları, demir
somyalar ve daha birçok eski püskü üst üste atılmış. Onca yığıntının arasında
değerli, işe yarayan, ama yanlışlıkla veya öfkeyle kaldırılıp atılanlar var
mıdır ki? O bir zamanlar kutuların, paketlerin içinde gelen değerli eşyalar
acaba kimlerin evinde misafirdiler? Hangi hatalarında defedildiler ya da
istemeyerek de olsa vazgeçildiler? Kimlerin neleriydi, nelerin parçasıydılar da
sonra kirli, simsiyah, nasırlı ellerle alınıp birbiri üzerine atıldılar?
Dilleri olsaydı iç içe geçmiş, hemhal olmuş tüm bu eşyalar ne söylerdi
birbirlerine...?
Hurdacı
yorgun kollarıyla kapıyı kapattı. Annemin ‘’götür sat’’ diye verdiği kırık
sepetlere de aynı yorgun kollarıyla uzanmıştı. Simsiyah parmak uçları dalından
sarkan bir salkım zeytin gibiydi. Güneşin ağarttığı, asker yeşili avcı yeleği
dolu dolu. Karıştırdığı ceplerinden çivileri ayıklayıp çıkardığı üç beş
bozukluğu kabul etmemiştim. Acımıştım haline. Karşı evden Gönül Abla kolları,
sarkmış koca memelerinin altında, pencereye tünediği yerden; ‘’Ne kadar verdi?’’
Bir gözünü kısmıştı. ‘’Almadım’’ dedim. Dudaklarını içe doğru
kıvırdı. ‘’Senden benden çok alıyor bunlar, hurdacı deyip geçmiyecen!’’ Cevap
vermeyip içeri girmiştim. Herkese kini vardı Gönül Abla’nın. Bir bana yoktu.
Keşke olsaydı.
Hurdacının
kara gölgesinden ayrılıp yokuş aşağı indim. Hava da yağmuru çağıran
bir bozluk vardı. Kimseyi yutmaya mecali olmayan, hasta, sapsarı, iştahsız bir
gün bu. Tekel bayiicinin geçen sene evlenen göbekli, esmer oğlu yine gözümün
içine baktı; yine ağzı aralık, yine ciddi. Kucağında kıvırcık saçlı, kara
bir kız çocuğu. Arkamı dönsem de bağırsam yüzüne; sen değilsin desem, senin bir
küçüğün! Hani şu içki dolabının iki de bir yerini değiştiren. Elinde bezle
dükkânın camlarını parlatan. Evde babam yokken abime bira siparişi getiren.
Hoş! Söylesen ne… Babam hayatta vermez içkiye kız mız... Zaten
rüyalarımda da kapıdan kovuyor sizi. Ondan sonra akşama kadar aklımdan
çıkmıyor. Zihnimin orta yerine atılan bir gemi çapası… Çıkmıyor yerinden,
yoruluyorum.
Durakta
akşam telaşı başlamış. Vızır vızır arabalar, hantal otobüsler, sarı
dolmuşlar... Yorgun bedenler kendilerini atacak bir vasıta arıyor, çökmüş
omuzların üzerindeki terli başlar, kabul edilmedikleri hıncahınç dolmuşların,
otobüslerin ardından esefle bakıyorlar. Güneş gözlüklü bir şoför önümde
otobüsü durdurup, bana baktı. Dudakları incecik, simsiyah saçları jöleliydi.
Koltuğu sallanıyordu. Gözlerimi dolu koltuklardan kaçırarak hemen arkasına
oturdum. Bir bebek saçlarıma dokundu. Döndüm; ‘’Çocuğunuza sahip çıkar
mısınız lütfen?’’ dedim. İçime dert oldu sonra. Dönsem tekrar, ‘’adı ne?’’
desem... Baktım, inmişler. Başörtüsünün altından terli saçları çıkıp
yanaklarına yapışmış, şişman bir kadın bindi. Son haddine kadar bolalan
terliğinden ayakları taşıyordu. Yan tarafıma dikildi. Lacivert, naylonumsu
mantosunun altındaki terli göbeği çıplak koluma değiyor, nemli
bir ısı yayıyordu. Kalktım yer verdim. ‘’Sağ ol’’ derken sıcak
nefesi yüzüme yayıldı. Sarı otobüs demirine tutundum. Sağım solum
önüm arkam insan. Kehribarın içine hapsolan bir kelebeğim sanki.
Güneş,
gider ayak son kez bulutlara çarpıyor, balık pulu gibi turuncu- mavi
akisleriyle yankılanıyordu üzerlerinde. Düğmeye bastım. Geçerken sürtündüğüm
her insan bir parça kopardı benden. İndim. Dışarısı yabancı. Sokağımdan
da kirli sokaklar, cadde kenarında bile yalınayak oynayan çocuklar, kapı
önlerinde çene çalan kadınlar… Neden geldim ben buraya, nereye gidiyorum?
Nereye gidersem gideyim kendime varmadıktan sonra neden gitmek amacı taşıyorum?
Zamanla
eskidim, eskidikçe azaldım ve sonunda yok oldum. Kirli ve karanlık bir odada,
birbirinin üstüne atılmış, işe yaramayı bekleyen paslı bir demir parçası olmayı
ne çok isterdim. Bir el beni kaldırıp alsın da; ister elleri kirli, ister
nasırlı olsun. Yeter ki kalkayım, pasım kalmasın
yerde...
Yorumlar
Yorum Gönder