Ana içeriğe atla

Kayıtlar

  Zamanın birinde, saman sarısına kaçmış takvim yaprağının herhangi bir gününde... Ellerim, kollarım bacaklarım yokmuş da bir tek atamayan kalbim varmış... Hemen koşa koşa aynaya... Senden önce ben nasıl mışim ki? Seninleyken? Senden sonra nasıl olacağım? Bilmek istemiyorum. Öyle hoş öyle hoşsun ki, kıtaları aşıp gelmişsin. Denizler, denizler kokuyorsun.. 
En son yayınlar

KALPLİSİ

                                                                                   Yok yahu, Gizem yapmaz; bana sormadan beni atmaz(!) En azından elyaflarımdan doğacak çocuklarına  oyuncak falan yapar. Ha Gizem…? Şu an karşımda şu buruk tereddüdü yaşadığına inanamıyorum…      Ah! Birlikte yatağımızda hasbihal ederek geçirdiğimiz o günler geliyor gözümün önüne. Koskoca on üç yıl, dile kolay! Okuldan yorgun argın gelince çantanı bir köşeye fırlatır, duşa girmeden üniformalarınla yatağa girer, bir saat kadar uyurdun.  Kirli saçlarını hiç dert etmez, beni yıka diye yalandan ...

HURDA

    Dikiş kutusunun dibinde, makaraların, düğmelerin altında kalmış bir mıknatıs gibiyim. Aman Allahım! Nereden peyda olup da geldi, nasıl iğne iğne çekildiler üstüme bu duygular. Odamın koyu pembe perdesi çekik. Şu lekeli yastık ne berbat durumda. Ya bu çürümüş koku? Azıcık kalksam, azıcık yürüsem dökülür mü içimin kurdu? Ağzımda ikindi uykusu. Gözlerim yarı kapalı. Yine de kalktım, beton soğuğu merdivenlerden döküle döküle indim. Sokağın sonundaki hurdacının beyaz, boyası kavlamış sürgülü kapısının önüne kadar geldim. Kapının ardında koca koca metal parçaları, demirler birbirinin üstene hoyratça atılıyor. Kulaklarımı kapamak isteyeceğim türden bir gürültü bu. Aramızdaki, sağı solu plastik kap kacak asılı, paslı kamyonet homurdanarak çalıştı.  Seleler sepetler sallandı. Kavlak kapının önü açıldı. Büyük demirden levhalar, eski bisikletler, sandalyeler, bozuk ocak ızgaraları, demir somyalar ve daha birçok eski püskü üst üste atılmış. Onca yığıntının arasında değ...

MALİK

   Nefessiz kalmış kuru otlar kırılgan gövdelerini kıpırdatmaktan acizdiler. Bir arı kuşu havalansa göğün dingin maviliğine; ya da bir tarla faresi geçtiği çalılığı hışırdatsa. Tiz sessizlik. Boşluk. Arada kulağımı yoklayıp giden, amaçsız bir sineğin vızıltısı.   Çamur kırmızısı toprakta birkaç küçük karıncanın sağa sola koşturup durmalarını izliyordum. Hayali bir labirentte, delirmiş gibi çıkışı arayan halleri bir an çok perişan göründü gözüme. Oysa hemen şuracıkta, iki karış ötelerinde dalından düşmüş olgun bir dut tanesi vardı. Dayanamadım, sapından tutup önlerine bıraktım. Ancak fark edip başına üşüştüler.   O sırada hafif bir esinti terli yüzüme değip geçti. İyiliğimin küçük bir mükafatı mıydı bu?      Uzaktan gelen bir traktör homurtusuyla başımı yukarı doğru kaldırdım. Malik’ti. Alelacele başımdaki sarı, boncuklu örtüyü arkaya ittim. Kurumuş dudaklarımı dilimle iyice nemlendirdim.   Girmedi tarlaya uzaktan ‘’Yıldız’’ diye bağırdı...

EVİME

        Köşe başındaydı evim. Bakkaldan taraftaki pencereden bakmayı severdim. O sokak daha canlı, izlenmeye değer görünürdü gözüme. Bordo divanın üstünden bacaklarım sarkar, terliklerim ayaklarımdan kayardı. İşte, pervazında baharlar açan balkon! Bir sarmaşık boy vermiş duvara doğru.       Annemin elleri hep sedef kokardı. Peki ya babamın…?       Bir yığın ruh hali içimi delip geçti. Türlü senaryolar kurdum kafamda.        Evime gelmişim, eski evime. Annem sevinçten ne yapacağını bilemiyor, bir ev haklına sesleniyor, bir mutfağa koşuyor. Demlik elinden kayıp mermer zeminde çınlıyor. Herkes sevinçle odalarında çıkıp etrafımı sarıyor. Babam bana yanında yer açmış. Yüzünde tecrübenin dalgın sükûtu. Gözlerini birden yüzüme çeviriyor; bebeğinde ben olan, kahverengi gözlerini… ‘’Ne yapmış olursan ol, sen bu evin bir ferdisin.’’ ‘’Geçti artık sağlık olsun’’ diyor. Kendimi ılık...

ARAFTA

                                                Adını Hilmi koymayalım dedim, dinletemedim. Tutturdu rahmetli babamın adı diye. -E Hilmi Can olsun bari? -Cık. Kucağımda kırmızı bir oğlan. Adı Hilmi, soyadı Çan. -Hilmi Can Çan? -Cık.         Kayınvalideciğim odanın en sevdiğim yerinde -krem berjerimde- kütük gibi şiş ayaklarını iki yana ayırmış ikincinin nasibine yün patikler örüyordur şimdi. Ah Fatma Anne… başka doğurmayacağım deyince kanlını görmüş gibi olurdun. Bak işte görüyorsun halimi. Çıkmayacak benden o çocuk, çı-ka-ma-ya-cak. Büyütmesi kolaydı sanki değil mi anacım? Sen köylük yerde peşi sıra – birini emzirirken üstüne yatmak suretiyle öldürerekten- beş çocuk getirmişsin de; saldım çayıra mevlam kayıra diyerek… Ben şehrin göbeğinde biri şahsına ayrılmış, iki artı bir, doksan metrekare, cadde üstü bir apartman dai...

evengy grinko- valse